25 Nisan 2012 Çarşamba

Osmanlı Afrikası’nda Bir Sultanlık: Zengibar

Osmanlı Afrikası’nda Bir Sultanlık: Zengibar, Hatice Uğur , Küre Yayınları, Istanbul 2005




Ulus devlet sınırlarına çekildikten ve Batılılaşma gayretlerini arttırdıktan sonra bizimle temasta olan diyarların sesleri ve kokuları unutulmaya yüz tuttu. Tarihin akışı içinde ortaya çıkan ilişkiler hiç var olmamış gibi bir tutum takınıldı. 18. Yüzyılın başlarında İsveç Kralı’nın Ruslar’dan kaçarak Osmanlı topraklarına sığınması ve beş yıl kadar Bender’de ikamet etmesi, yahut 16. Yüzyılın sonlarında Lehistan’ın kral seçiminde Osmanlı’ya başvurması gibi hususlar unutuldu. Yakın bir tarihten örnek de verebiliriz: 1910 yılında Meksika’da gerçekleşen ihtilalden sonra bir dostluk nişanesi olarak Meksiko Şehri’ne (Mexico City) üstü İznik çinileriyle bezenmiş bir meydan saati hediye edilmiştir. Üzerinde bulunan plakette “La Coluna Otomona a Mexico Septembre de 1910” (Osmanlı’dan Meksika’ya Eylül 1910) yazılıdır.* Saat, Meksiko şehir merkezinde varlığını devam ettirmekte fakat, onu hediye eden bizlerin dünyasında yazık ki bir yer işgal etmemektedir. Bugün İsveç, Polonya ve Meksika ile ilişkilerimiz ne düzeyde diye sorduğumuzda, bu satırlarının yazarı da dahil olmak üzere susacağız. Çünkü, artık bu diyarlara ait bir fikre sahip değiliz; var olanlar ise bize ait değil. Yüzlerce yıldır dilimizde kullanılan Lehistan isminin İngilizce’den devşirilen Polonya ile ikame edilmesi aslında bakış açımızı göstermektedir. Bu bağlamda dünyanın diğer bölgeleri de unutulmamalıdır. Asya ve Afrika kıtasında da Osmanlı İmparatorluğu’nun ilişki içinde olduğu ve bunu yıllarca sürdürdüğü devletler, sultanlıklar mevcuttur. Hindistan’a 16. Yüzyılın başında Portekizlilerin gelmesiyle Osmanlı Sultanından yardım istenmiş, bunun sonucunda ise Seydi Ali Reis Hint seferine gönderilmiştir. Seydi Ali Reis, bu seferde başarılı olamamış, fakat burada askeri danışmalık yapıp daha sonra da kara yoluyla İstanbul’a geri dönmüştür. Mirat’ül Memalik adlı eserinde bu yolculuğunu anlatmıştır. 
Osmanlı İmparatorluğu’nun dış dünyaya gösterdiği ilgi 19. Yüzyılda da sürmüştür. Hatice Uğur’un Başbakanlık Osmanlı Arşivi vesikalarına dayanarak hazırladığı “Osmanlı Afrikası’nda Bir Sultanlık: Zengibar” adlı kitabı hafızamızda artık bir yer tutmayan bir diyara ışık tutmaktadır. Kitapta 19. Yüzyılın ortalarından 20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar Osmanlı-Zengibar ilişkilerine, Osmanlı’nın bu diyara dair tasavvuruna yer vermektedir. 
Zengibar, Hint Okyanusu’ndaki ticari ağın içinde olmasından dolayı önemini çok eski çağlardan beri sürdüre gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, I. Selim devrinde Mısır’ın fethinden sonra Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’na açılmış ve bu gelişmenin ardından bir ticaret merkezi olan Zengibar‘a ilgi göstermiştir. Zamanla farklı istikametteki meseleler buraya olan ilgiyi azaltmış ve hatta unutturmuştur. Ama, 19. Yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun sömürgeci hareketlere karşı uyguladığı siyaset sonucunda Zengibar ile yakınlaşma tekrar hasıl olmuş, buraya değişik zamanlarda elçiler gönderilmiştir. Elçiler verdikleri raporlarda Zengibar sultanlarının İbadiye mezhebine bağlı olmalarına rağmen Osmanlı sultanı adına hutbe okuttukları ve her daim müttefik olmak istediklerini bildirmişlerdir. Bu bağlamda Kuzey Afrika dışında Osmanlı hakimiyet sahasına dahil olan bir “Osmanlı Afrika’sından” bahsedilebileceği gibi buranın Osmanlı zihniyet dünyasında da önemli bir yere sahip olduğu anlaşılmaktadır. 
16. Yüzyıldan itibaren Piri Reis’in Kitabı Bahriyesi’nde veya daha sonraki dönemlerde Şeyh Galib’in mısralarında Zengibar’a dair bir tasavvur mevcuttur. Bunun dışında 19. ve 20. Yüzyıl içinde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gazetelerde Zengibar’la ilgili makaleler de neşrolunmuştur. 20. Yüzyılın başlarında İstanbul’a ticaret için gelmiş olan Hafız Mahmud Efendi, Afrika’daki Mehdi Hareketinin bir müntesibi olarak değerlendirilmiş ve tevkif edilmiştir. Zikredilen bu misal, aslında Osmanlı bürokrasisinin ne kadar uzak olsa da Zengibar’a dair bir mefhuma ve istihbarata sahip olduğuna işaret etmektedir. 
Kitabın bu bağlamda zihnimizde uyandırdığı bir diğer mesele de, Osmanlı İmpartorluğu’nun 19. Yüzyılda “hasta adam” olup olmadığıdır. Bu tanımlama, Avrupalı güçlerin Osmanlı’yı nasıl görmek istediklerinin ipuçlarının vermektedir. “Hasta adam” tanımlaması, Türkiyeli tarihçiler tarafından da kabul görmüştür. Bu durumun tekrar irdelenmesi gerekmektedir. Çünkü, bizim için başkalarının bizi nasıl gördüğü değil, kendimizi nasıl gördüğümüz daha önemlidir. Tarih gibi öznelliğin hakim olduğu bir bilimde, kavramları kullanırken daha dikkatli olmamız gerektiği gerçeği unutulmamalıdır. Kitabın yazarı da “hasta adam” gibi objektiflikten uzak kavramlaştırmalara dikkat çekmekte ve bunları sorgulamaktadır. 
Osmanlı Afrikası’nda Bir Sultanlık: Zengibar isimli kitap, Osmanlı kültür coğrafyasının unutulmuş diyarlarından birine dikkat çekerek Osmanlı’nın sahip olduğu medeniyet tasavvuru zenginliğine dair ülke insanının bilinçlenmesine küçük bir katkı niteliği taşıyor.

Ortaçağda İslam ve Seyahat: Bir Alim Uğraşının Tarihi ve Antropolojisi

Houari Touati, Ortaçağda İslam ve Seyahat: Bir Alim Uğraşının Tarihi ve Antropolojisi, Tercüme: Ali Berktay, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2004, 270 s., 
ISBN 975-08-0803-7, 16 YTL. 

Seyahat, temel insani insiyakların başında gelen merak duygusunu tatmin etmek isteğiyle ortaya çıkmış eylemlerden biridir. Seyyah, gezdiği yeni diyarlarda yaşayan insanların yaşayış usullerine ve tabiatına tanıklık eder. Seyahatnameler sıradan okuyucu için o günün hayatına ayna tutarken diğer taraftan insani bilimler için bir kaynak oluşturur. Bugün bir çok tarihi araştırmanın hazırlanmasında bu tanıklık kullanılmaktadır. Mesela, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun üzerindeki sis perdesinin aralanmasına İbni Battuta’nın veya Bertrandon de la Broquiere'in seyahatnameleri gibi birçok eser yardımcı olmuştur. 
Merak insiyakının ortaya çıkardığı bir diğer faaliyet sahası da bilimdir. İnsanın çevresindeki vakıaların altında yatan temel etkenin ne olduğu sorusu ve bu sorulara cevap verme çabası ise bilimin kendisini oluşturur. Ama yaptığımız bu tanımlamalarda seyyahı turistle, bilim adamını da devlet memuruyla karıştırmamak gerekir. Yukarıdaki tanımlar bir anlamda ideali yansıtmaktadır. 
Houari Touati’nin Ortaçağda İslam ve Seyahat: Bir Alim Uğraşının Tarihi ve Antropolojisi adlı eseri yukarıda kısa tanımlarını yaptığımız iki kavramın kesiştiği noktada bulunmaktadır. Ortadoğu coğrafyasında İslam’ın gelişinden sonra çeşitli bilim dalları neşvünema buldu. Bunların kimi daha evvelki medeniyetlerde de bulunan ve buradan tevarüs eden tarih, coğrafya, astronomi gibi bilimlerdi; kimi ise İslam medeniyetine has hadis, dilbilimi, tefsir gibi bilimlerdi. İkinci saydıklarımız Kur’an merkezli gelişen ve Kelâm’ı daha iyi anlamaya yönelik çabalardı. Hadis bilimi, Hz. Peygamber’in olaylar karşısındaki davranış ve sözlerini aslına sadık bir şekilde bir araya getirmeye çalışmaktaydı. Hz. Peygamber’in bir sözünü doğrulamak için yüzlerce kilometre kat eden alim yukarıda bahsettiğimiz kesişme noktasında bulunmaktadır. Kur’an’da da yer alan bir kelimeyi daha iyi anlamak için çöllere, bedevilerin arasına seyahat eden bir dilbilimci de yine yukarıda bahsettiğimiz noktada bulunmaktadır. Kitapta buna benzer alimlerin müşahhas örnekleri verilmekte ve bu çerçevede yapılan faaliyetler anlatılmaktadır. 
Kitabın bağlamında değerlendirilebilecek değişik hususlar da bizde hasıl oldu. Kitabın ana eksenini oluşturan yıllar 9 ile 12. yüzyıllar arasıdır. Bunun dışında yaşamış seyyahlara ve yazılmış seyahatnamelere doğal olarak kitapta değinilmemiştir. Klasik çağda dünyanın bilinen meskûn bölgelerini bir baştan diğerine dolaşan İbn Battuta bu seyyahların başında gelmektedir. Fas’tan başladığı yolculuğunu sırasıyla Kuzey Afrika, Suriye, Irak, İran, Arabistan Yarımadası, Anadolu, Orta Asya, Hindistan, Çin ve Malezya’ya giderek tamamlamıştır. İbn Battuta’nın seyahatinin içinde sakladığı önemli bir vakıa vardır. Bu vakıa, bugünlerde çok tartışılan ve konuşulan "küreselleşme" dir. "Küreselleşme", yani bugün dünyanın küçük bir köye döndüğü ve bunun modernizmin nimetlerinden biri olduğu iddiası. Burada sorulması gereken soru, kimin için dünyanın küçüldüğü sorusudur. Bir fert olarak, küçüldüğü iddia edilen dünyanın herhangi bir yerine rahat bir şekilde seyahat etmek mümkün değildir. Burada maddi tahditlerden bahsetmiyoruz. Maddi tahditler seyyahlar için bir mesele teşkil etmemektedir. Touati’nin araştırmasında cebinde beş kuruş para olmadan seyahat edenlerden bahsedilmektedir. Kalktığı söylenen sınırların aslında fertler için giderek katılaştığı göz ardı edilememesi gereken bir gerçektir. Şairin şu mısraları bu durumu daha iyi açıklıyor: "belgeler gerekli kanıtlar ifadeler". Dünyada sınırların kalkması sermayenin işine gelen bir durumdur. Ama şu da unutulmamalıdır ki modern dünyanın temellerini atan zihniyet, burjuva zihniyetidir. İlk başta feodal beylikleri bir devlet altında birleştiren "küreselleşmeci" yapı, kar topu gibi büyüyerek bugün dünya sınırlarını zorlar duruma gelmiştir. Dünün feodal beylikleri ne ise bugünün ulus devletleri odur. 
Tabii biz bunun İslam medeniyetine özgü bir vakıa olduğunu iddia etmiyoruz. Tarihin bir çok döneminde bu durum yaşanmıştır. Moğollar dönemi yahut Roma dönemi buna iyi bir örnek teşkil edebilir.

24 Nisan 2012 Salı

Türk Saplantısı: Yeniçağ Avrupa’sında Korku, Nefret ve Sevgi

Giovanni Ricci, Türk Saplantısı: Yeniçağ Avrupa’sında Korku, Nefret ve Sevgi, Tercüme: Kemal Atakay, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2005, 232 sayfa, 17 YTL, ISBN 975 8704-62-1 


Dünya tarihinde faal bir rol almaya başladıktan sonra Türkler, Hazar Denizi’nin doğusundan başlayan ve Orta Avrupa’da sona eren bir kuşak içinde, çeşitli milletleri etkilemiş ve onlardan etkilenmişlerdir. Bu kuşak çerçevesinde yaklaşık bin yıla yakın bir zamandır faal olan Türkler, bu coğrafayanın zihniyet dünyasının şekillenmesinde de büyük bir öneme sahip olmuşlardır. Tabii burada "Türk" kelimesinden kastımız, ulus kavramı içine sıkışmış bir kelime olmaktan uzaktır. Orta Çağın sonlarından itibaren Avrupa’da "Türk" ve "Türkleşmek" kavramı, "Müslüman" ve "Müslümamlaşmak" çerçevesinde düşünülmüştür. Bu çerçevede Hristiyan birinin Türkleşmesinden bahsedilir olmuştur. 


Türkler’in Avrupa’nın şekillenmesinde önemli bir rol oynadığı hususu, yakın zamanlara kadar göz ardı edilmişse de artık bu durum değişme temayülü göstermektedir. Yukarıda bahsettiğimiz kuşak içinde yer alan topluluklardan tarihçiler özellikle Osmanlı tarihini yargılamaktan ziyade anlamaya yönelik çalışmalar ortaya koymaktadırlar. Bunun dışında Avrupa’da da Türkleri ya da Osmanlıları anlamaya yönelik çabalar görülmektedir. Bu duruma misal olarak Londra’da 2005 yılı başlarında Kraliyet Sanat Akademisi’nde açılan ve büyük ilgi gören "Türkler: 1000 Yılın Yolculuğu 600-1600" adlı sergi verilebilir. Diğer tarafta Türkiye’de de kendi tarihini anlamada karşılaşılan bazı meseleler aşılmaya çalışılmaktadır. Sakıp Sabancı Müzesi’nde açılan iki sergi kendimizi anlamaya yönelik bir adım teşkil etmektedir; geçen sene açılan "Floransa Saraylarında Osmanlı Görkemi" ve şu günlerde sergisi devam eden " 17. yy. Avrupa’sında Türk İmajı" buna iyi bir örnek teşkil etmektedir. 


Yukarıda bahsettiğimiz konular çerçevesinde de tarihi çalışmalar yapılmakta ve yayınlanmaktadır. Giovanni Ricci’nin ‘Türk Saplantısı: Yeniçağ Avrupa’sında Korku, Nefret ve Sevgi’ adlı kitabı bu çalışmalardan biridir. Yazarın İtalya’nın Ferrara şehrinin arşiv vesikaları ve vakayinameleri ışığında hazırladığı kitabı, Osmanlı Devleti’nin uyguladığı siyasetin ve Osmanlı tebaasının yarattığı etkilerin buradaki yansımalarını göstermektedir. Ferrara şehrinin hanedan efradının diğer büyük hanedan efradıyla gerçekleştirdiği evlilikler, şehrin stratejik ve ekonomik konumu, bu şehri Avrupa siyasetinin merkezine çekmekte ve etkilemektedir. Bu çerçevede İstanbul’un düşüşü veya Viyana’nın muhasarası gibi vakıaların etkileri, Ferrara’ya ulaşmış, hatta bunlara karşı hazırlanan faaliyetlere iştirak etmek için çaba gösterilmiştir. Şehirde var olan Türk etkisini siyasetle sınırlamamak gerekmektedir. Sanatta, resimde, mimaride ve edebiyatta da varolan bu etkiyi yazar, görsel deliller ışığında sergilemektedir. 


Ricci’nin kitabında gösterdiği bir diğer önemli vak’a ise Osmanlı’da var olan toplumsal seyyaliyetdir. Bu kavramdan kastımız, Hristiyan kökenli olup daha sonra Müslüman olanların devlet yönetimi içinde önemli yerlere gelebildiğidir. Kaptan-ı Deryalık ve Trablusgarp Beylerbeyliği yapmış Calabrialı Uluç (Kılıç) Ali Paşa, yine aynı ünvanlara sahip Venedikli Hasan Paşa, bunun iyi örnekleridir. Kitapta Müslüman olmuş iki Ferraralı, Tunuslu Mami ve Usta Murad’ın hikâyesi yukarıda bahsettiğimiz vak’ayı desteklemektedir. Tunus’un idaresine Usta Murad’ın Tunuslu Mami yardımıyla geçmesi, hadisenin özünü teşkil etmektedir. Bu durumun günümüz zihniyet yapısıyla anlaşılamaması kaçınılmazdır. Osmanlı idaresinin bu tutumu, aslında bugün bu topraklarda eksikliğini hissettiğimiz kendine güvenin bir işaretidir. Ricci’nin kitabı, gündeme getirdiği konularla bazı güncel meselelerin tarihi kökenine ışık tutmaktadır.