15 Mayıs 2012 Salı

Tarihçilerin Kutbu "Halil İnalcık Kitabı"




Tarihçilerin Kutbu. "Halil İnalcık Kitabı", Söyleşi: Emine Çaykara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 5. Baskı, Mart 2006,  ISBN 975-458-661-6 


Bugüne kadar bu sayfalarda Osmanlı ve İslâm tarihiyle alâkalı birçok eseri konu edindik ve üzerine yazı yazdık. Tarihin sayfalarını bu kitaplarla aralamaya çalıştık. Bu ay üzerinde tartışacağımız kitap ise bir tarihçinin tarihi olarak değerlendirilebilir. Meşhur Osmanlı tarihçisi Halil İnalcık ile Emine Çaykara’nın yaptığı mülakatlardan müteşekkil bir eser olan Tarihçilerin Kutbu: Halil İnalcık Kitabı bu ayki kitabımız. 
Ele aldığımız kitapta, Halil İnalcık ile uzun bir dönem içinde değişik yer ve zamanlarda yapılmış mülakatlarda Osmanlı tarihiyle Halil İnalcık’ın hayat hikâyesi harmanlanmış bir şekilde önümüze gelmektedir. Kitapta İnalcık Hoca, hayat hikâyesi içindeki bir duraktan bahsederken Osmanlı tarihindeki bir vak’a ile de irtibat kurarak anlatmaya başlamaktadır. Şöyle ki Bizantinistler kongresinden bahsederken kendinizi birden Fatih döneminde bulabiliyorsunuz. Aslında bu, eserin birkaç veçhesinden sadece birini oluşturmaktadır. Bu mülakatları başka açılardan da değerlendirebiliriz. Mülakatları okurken, Osmanlı Devleti son devirlerinde doğmuş ve daha sonra da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlarında yetişmiş bir akademisyenin gerilimini müşâhede etmekteyiz. Kendisini Kemalist olarak tanımlayan Halil İnalcık’ın notlarını hâlâ Osmanlıca olarak tutması buna iyi bir örnektir. Aslında bu sadece İnalcık’a has bir durum değildir. İsmet İnönü ve Kenan Evren’in de şahsi notlarını Osmanlıca tuttuğu bilinmektedir. İnalcık’ın lisan konusunda söyledikleri de bu bağlamda değerlendirilebilir. Yüzyılın başında Türkçe’nin sahip olduğu ifade zenginliğini bugün artık taşımadığını söylerken de onda yine bu gerilimi görmekteyiz. 
Diğer tarafta bu kitabın sayfalarında gezinirken Osmanlı tarihinin bilmediğimiz noktalarını da vâkıf olmaktayız. Bu bağlamda bu kitapta Osmanlı tarihiyle ilgileri amatör seviyede olanlar için yeni ufuklar açacak hususlar bulunmaktadır. Kitapta İnalcık’ın yaşadığı dönemin akademik hayatına ve bunun diğer kurumlarla ilişkilerine dair izahatlar da okumaktayız. Türkiye’deki ilmî hayat ile İngiltere ve Amerika’daki ilmî hayatın mukayesesine dair bilgilere de yer verildiğini görmekteyiz. 
Son olarak şunu belirtelim: Halil İnalcık hoca, 90 yaşında olmasına rağmen bugün hâlâ çalışmaya ve yeni eserler yazmaya devam etmektedir. Kendisinin tarih ilmi dairesi içinde neden bu kadar büyük olduğunu bu gayretinden anlamak mümkündür. Allah hocaya uzun ömür versin...

11 Mayıs 2012 Cuma

Bizans Araba Yarışlarından Osmanlı Şenliklerine Atmeydanı


Seza Sinanlar, Bizans Araba Yarışlarından Osmanlı Şenliklerine Atmeydanı, İstanbul,2005, 88 sayfa


Tarih bütün insani yapıp etmeleri içine alan bir vakadır. Siyaset, iktisat, kültür, din,sanat, felsefe, mimari akla ilk gelen unsurlarıdır. Bu unsurların tarihi vetire içinde karşılıklı ilişkileri daha doğrusu  ilişkiler yumağı oluşturması “Tarih”in ta kendisidir. Burada üzerinde duracağımız unsurlardan biri mimari ve onun yansımalıdır. İstanbul tarihi vetirede değişik unsurları kucaklamış bir şehirdir. O kadarki herhalde dünya üzerinde başka hiçbir şehir bu kadar isme sahip olmamıştır. Evliya Çelebi seyahatnamesinde çeşitli dillerde 23 ayrı ismi olduğunu belirtir.(1) Buna ek olarak Osmanlıların kendilerinin verdiği isimlerle bu sayı otuz küsürlere kadar çıkar. İstanbul Romalılar tarafından MS 200’lerde feth edildikten sonra Kartaca gibi taş üstünde taş kalmacasına yıkılmış ve Nea Roma (Yeni Roma) adıyla tekrar inşa edilmiştir. Şehir en başından beri emperyal bir merkez olarak düşünülmüştür.Bu merkezin inşasında mimari çok büyük bir yer işgal etmiştir. O kadar ki Eski Dünya’ya ait bütün medeniyetlerden bir parça burada bulunmaktadır. Eski Mısır’dan Dikilitaş, Eski Yunan’dan Burmalı Sütün sadece bunlardan birkaçıdır. Modern öncesi insan, tarihi birbirinden bağımsız bölümler ve kendine yabancı varlıklar gibi görmekten ziyade bütün insanlık geçmişini kendine tevarüs etmiş olarak kabul ediyordu. Roma dönemimde Capitol’deki Pantheon fetihlerle yeni tanrılara kucak açıyordu. Bu örnek modern öncesi dönemdeki zihniyetin nasıl olduğuna dair bize fikir vermektedir. Yukarıda zikrettiğimiz eserlerin İstanbul’a getirilmesine de bu açıdan bakabiliriz. Kendilerini kadim medeniyetlerin mirasçısı olarak görmüşler ve onlara ait nişanları üzerlerinde taşımaktan çekinmemişlerdir. Genelde bunu sanat eserleri ve mimari üzerinden yapmışlardır.(2) Doğan Kuban’ın da belirtiği gibi “Mimariden daha büyük görsel imge yok”. Özellikle iletişim çağı öncesi dönemde bu ifade çok doğrudur. Kuban şöyle devam ediyor; “Okuması yazması olmayan bir toplumda ‘Fûzuli de Osmanlı’yı simgeliyor’ denirse, bu havada kalabilir. Ama Süleymaniye’nin simgeselliği bütün dünyanın bildiği şey. Evet mimari bence dünyanın en büyük simgesel olgusudur.”(3) Süreklilik ve Kuban’ın bahsettiği bu simgesellik kendisini en bariz şekilde Sultan Ahmet Camii, Ayasofya bölgesinde gösterir. Aynı anda Mısır, Yunan, Roma, Bizans, Osmanlı dönemine ait eserleri burada görebilirsiniz.* 


Seza Sinanlar’a ait “Atmeydanı, Bizans Araba Yarışlarından Osmanlı Şenliklerine” adlı kitap yukarıda bahsettiğimiz bölge konusunda hazırlanmış bir kitap. Osmanlı dönemdinde Atmeydanı diye adlandırılan bölgenin Roma döneminden başlayarak günümüze kadar uzanan hikayesini anlatmaktadır. Halkın bir araya gelerek toplumsallaştığı, ayaklanmaların başladığı yerdir Atmeydanı. Nika isyanından, idamlara, Mavi ve Yeşillerden, Şenliklere renkli bir tarih. Sinan’lar hipodrom olduğu dönemde nasıl bir işleve sahip olduğunu tarihi vesikalarla göstermektedir. Kitapta kullanılan gravürler, minyatürler ve fotoğraflar Meydan’ın nasıl algılandığı nasıl kullanıldığına dair güzel örnekler sergilmekteler. Meydan’da bulunan önemli unsurların ayrıca tarihini anlatan ve konu bütünlüğünü  bozmayan bölümler kitabı çok daha faydalı yapmakta. Kitap hacim olarak fazla olmasa da muhteviyat açısından gayet tatmin edici. Yüksek lisans tezinden kitaplaştırıldığı için sahip olduğu kaynakça ileri okumalar için iyi bir kaynak teşkil edebilir. Kitapta  gözümüze çarpan ufak bir bilgi hatası ise yedinci bölünün başlığında bulunmaktadır. Başlık “Konstantinopolis’ten Konstantiniyye’ye Hipodrom’dan Atmeydanı’na” (s.51) ismini taşımaktadır. Osmanlı döneminde şehrin ismi Konstantiniyye olarak değil Kostantiniyye olarak kullanılmıştır. Hatta bir sonraki sayfada Dürr-i Meknun’dan alınan bölümde şöyle yazmaktadır; “Ve dahi Rûm’da, Kostantiniyye derler bir ulu şehirdir.” Son dönemlerde şehir merkezi zamanla şehrin değişik yerlerine kaymış bulunmaktaydı ki kitapta da bu gösterilmektdir. Yaşadığımız şehre ait olduğumuzu hissetmek ve daha kaliteli bir yaşam için yaşanılan şehrin tarihini amatörce olsa da bilmek gerektiğini düşünüyoruz. Ve bu kitap da bunun için güzel bir başlangıç olabilir. İyi okumalar. 


1) Evliya Çelebi Seyahatnamesi 1. Kitap, haz: R.Dankoff, S. A. Kahraman, Y. Dağlı, YKY İstanbul 2006, s.24
2) Sanat ve mimarinin dini kaynaklari gözden kaçırılmamalıdır.
3) Doğan Kuban Kitabı, Bir Rönesans Adamı, Haz: Müjgan Yıldırım, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul 2007
*Açık hava müzesi olarak da adlandırılabilir. Ama “Müze” kavramı da nev zuhurdur. Bundan dolayı tarafımızdan kullanılmamıştır.


Bu yazi daha önce Istanbul Bir Nokta dergisinde Subat 2011 de yayinlanmistir. 

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Hadikatü’l Cevami: İstanbul Camileri ve Diğer Dini-Sivil Mimari Yapılar

Hadikatü’l Cevami: İstanbul Camileri ve Diğer Dini-Sivil Mimari Yapılar, Ayvansarayi Hüseyin Efendi, Ali Sâtı Efendi, Süleyman Besim Efendi, Hazırlayan: Ahmed Nezih Galitekin, İşaret Yayınları, İstanbul, 2001,  ISBN 975-350-118-8 


Şehirler medeniyetlerin neşvünema buldukları yerlerdir. Medeniyetsiz şehirler olabilir, ama şehirsiz medeniyetler tasavvur edilemez. Nasıl ki medeniyetin kalbini şehir oluşturuyorsa şehrin merkezini de dini mekânlar oluşturur. Şehir bu dini mekanlar etrafında gelişir. Cemiyet hayatının farklı özellikleri bunun etrafında yayılır (iktisadi ilişkiler, tedrisat vb.). Yukarıda söylediklerimizi tabii ki delillendirmemiz gerekir. Hz. Peygamberin hicretinden evvel Medine şehrine Yesrib denmekteydi. ‘Medine’ kelimesiyle ‘din’ kelimesi aynı köke sahiptir. Medeniyet kelimesinin de Medine’den türetildiği düşünülürse yukarıda söylediklerimizin etimolojik olarak birbiriyle alakası görülebilir. Tabii ki  etimolojik yakınlık sadece durumun bir veçhesini açıklamaktadır. Antik ve klasik  çağda dini mekânların şehrin merkezi olduğunu söylemiştik. Viyana için konuşursak eğer kentin kalbini Stephansdom Kilisesi oluşturmaktadır. Bu kilise, Osmanlıların kuşatması esnasında kurtuluş ayininin yapıldığı merkezi bir yerdir. Bu merkezilik hem fiziki hem de manevi anlamdadır. Dini yapıların ana eksen oluşturduğu şehirlerden biri de İstanbul’dur. Roma  döneminde de, sonrası dönemde de bu özellik sürmüştür. Roma döneminde Ayasofya kilisesi merkezli gelişme Osmanlı döneminde Ayasofya-Sultanahmet-Süleymaniye camilerinin etrafında devam etmiştir. Bu merkezilik 20. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür.  
Diğer tarafta dini merkezli şehirleşmeye bir diğer misal ise Osmanlı dönemindeki kolonizatör dervişlerin mamur ettiği şehirlerde görülür. Bunlar, Orta Asya ve Anadolu’dan çıkarak Osmanlı fütuhatının gerçekleştiği Balkanlara gelmişlerdir. Kurdukları zaviyeler dini ve iktisadi açıdan bölgelerin  şenlendirilmesine vasıta olmuştur. Dervişlerin şenlendirmesi sonrasında insanlar için bu yerler bir cazibe merkezi olmuştur. Osmanlı döneminde Balkanların tekrar mamûr edilmesi ve Türkleştirilmesi bu vasıtayla gerçekleşmiştir. 
Yukarıda söylediğimiz gibi İstanbul, cami merkezli bir yapılanma arz etmektedir. Eski İstanbul için konuşursak her sokak başında bir mescide yahut camiye rastlamamak mümkün değildir. Küçük camilerin birer ilkokul vasıtası görmesi,  mahalle halkının bir araya geldiği bir yer olması; büyük camilerin etrafında yer alan medreselerde yüksek eğitim verilmesi bu durumun tabiliğini açıklar niteliktedir. Her bir caminin ayrı bir banisinin, mimarının olması ve bu camilerin en azından kitabelerinden ne yazdığını merak etmemek söz konu dahi edilemez. Her gün işe giderken yahut okuldan çıktığınızda önünüze çıkan caminin tarihini merak etmemek bu binalara yapılmış bir haksızlık olur zannımızca. Bizim gibi düşünenler için önereceğimiz bir kitap mevcut. Ayvansarayi Hüseyin Efendi’nin kaleme aldığı Hadikatü’l Cevami  [Camiler Bahçesi] adlı eseri yukarıda bahsettiğimiz anlayışa hizmet edecek şekilde hazırlanmış  bir kitap. 18. yüzyılda yaşamış olan Ayvansarayi Hüseyin Efendi, bu eserini 1768 yılına dek İstanbul’da yapılmış olan 821 cami ve mescidi tek tek dolaşıp her birinde bir veya daha ziyade vakit namazını kılarak gerçekleştirdiği tetkikler neticesinde vücude getirmiştir. Eserin yazılmasından 53 yıl sonra Ali Sâtı Efendi esere bir zeyl yazmıştır. Ali Sâtı Efendi’den 40 yıl sonra da Süleyman Besim Efendi, aynı usûlle esere bir zeyl daha eklemiştir. Her ne kadar kitabın ismi Camiler Bahçesi olsa da eserde diğer mimari yapılardan da bahsedilmektedir. Eserde camiler harf sırasına göre incelenmiş; banisi, mimarı hakkında  bilgi verilmiştir. Kitabelerinde eğer ebced hesabıyla tarih düşürme varsa bunlara da değinilmiştir. 
Son zamanlarda ‘İstanbullu olmak’ deyimi çokça kullanılmaktadır. İstanbullu olmak amatör düzeyde de olsa bu şehrin tarihini bilmekle başlar. İçinde yaşadığımız bu şehrin tarihi yaklaşık olarak 2700 yılı bulmaktadır. Daha iyi mukayese etmemiz için şunu söyleyebiliriz. New York şehrinin kurulması en fazla 400 yılı bulur. New York’un daha önce ismini taşıdığı Amsterdam ise yine aynı dönemlerde bir kasaba büyüklüğündeydi. 16. Yüzyılın İstanbul’u ise yarım milyona yaklaşan bir nüfusa sahipti. Bu coğrafyanın tarihi bizim mirasımız olduğuna göre onun bilgisini edinmek de bizim vazifemiz olması gerekir.

7 Mayıs 2012 Pazartesi

Üç Seyahatname Birarada: Seyahatname-i Bahr-i Muhit, Brezilya Seyahatnamesi, Yüz Yıl Önce Güney Amerika

Mühendis Faik, Türk Denizcilerinin İlk Amerika Seferi, Seyahatname-i Bahr-i Muhit, Kitabevi, İstanbul, Ocak 2006, ISBN 975-6403-83-7. 

Bağdatlı Abdurrahman Efendi, Brezilya’da ilk Müslümanlar , Brezilya Seyahatnamesi, Kitabevi, İstanbul, Ocak 2006, ISBN 975-6403-76-4. 


Ömer Lütfi,Yüz Yıl Önce Güney Amerika, Ümitburnu Seyahatnamesi, Kitabevi, İstanbul, Ocak 2006 ISBN 975-6403-80-2. 



Bu ay, dergimizin sayfalarına taşıdığımız üç seyahatname var. Teamül olduğu üzere yazılarımızı bir kitap çerçevesinde kaleme almaktaydık. Ama bu ay ki kitaplarımız birbiriyle yakından alakalı olduğu için beraber değerlendirmeyi uygun gördük. 
18. Yüzyıl sonrası dönemde Osmanlı’nın hasta adam olarak tanımlandığı bilinen bir vak’adır. Bunu daha önce bu sayfalarda dile getirmiştik. Bu ay ki kitaplarımızda bu minval üzerindedir. Bunlardan ilki Ömer Lütfi’nin Yüz Yıl Önce Güney Afrika, Ümit Burnu Seyahatnamesi adlı kitabıdır. Bu seyahatnamenin arka planı seyahatname kadar ilgi çekicidir. İngiliz himayesinde olan Güney Afrika’daki Müslümanlar arasında dini hususlarda çıkan bazı münakaşaların neticesinde İngiliz Kraliçesi, devrin Sultanı Abdülaziz’den bu hususta yardım ister. Sultan, Güney Afrika’ya gitmek üzere dini konularda mütekamil bir kişinin görevlendirilmesini uygun görür. Masrafları Devlet-i Âliyye tarafından karşılanmak üzere Ebubekir Efendi ve ona yardım için Ömer Lütfi görevlendirilir. 1862’de İstanbul’dan yola çıkan Ömer Lütfi ve Ebubekir Efendi, Akdeniz üzerinden Marsilya’ya, oradan Paris’e, daha sonra da Londra’ya yolculuk etmişlerdir. Londra’dan kırk dört günlük uzun bir deniz seyahatinin sonunda Güney Afrika’ya 17 Ocak 1863’de varırlar. Yanlarında götürdükleri dini kitaplarla eğitime başlarlar. Bunun dışında Ömer Lütfi, Güney Afrika’da gezdikleri yerler ve Müslüman cemiyeti hakkında da yazılar kaleme alır. Ömer Lütfi, burada dört sene kaldıktan sonra İstanbul’a dönmek için yola çıkar. Dönüşte Mekke i Mükerrem’e, oradan da Mısır’daki El Ezher Medresesi’ne ilim tahsili için gider. 
Diğer iki seyahatname ise aynı gemide yola çıkan iki Osmanlı memuruna aittir. Devlet-i Âliyye’ye ait Bursa ve İzmir korvetleri, Basra körfezine gitmek üzere 12 Eylül 1865’te yola çıkarlar. Basra’ya Afrika’nın çevresini dolaşarak gitmeyi planlamışlardır. Afrika’nın en batı ucu olan Yeşil Burun civarında büyük bir fırtınaya yakalanan gemiler, kendilerini Güney Amerika’da bulurlar. Brezilya’nın Rio de Jenario şehrinde çeşitli tamirat işlerini yapmak için gemiler burada demir atar. Bu sırada Osmanlı gemisinin şehre geldiğini duyanlar gemiye gelirler. Bunlar arasında Afrikalı Müslümanlar da vardır. Müslüman halk gemideki Osmanlı askerlerine büyük hürmet gösterirler. Seyahatname yazarlarımızdan biri olan ve Bursa korvetinde imamlık vazifesi ifa eden Bağdatlı Abdurrahman Efendi, bazı dini konularda eksikliğini gördüğü Müslüman halkla yakından alakadar olur. Gemilerin tamiri bitip yola çıkmaya hazırlanılırken gemi imamı Abdurrahman Efendi, kaptanın da mutabakatıyla Brezilya’da kalmaya karar verir. Gemi ayrıldıktan sonra buradaki Müslümanların problemlerini çözmek için çaba sarfetmeye başlar. Burada kaldığı süre boyunca Brezilya’da başka bölgelere de gider. Daha sonra da vatana dönmek için yola çıkar. Bu dönüş yolculuğu sırasında “Brezilya Seyahatnamesi” adlı eseri kaleme alır. 
Gemi, imamını Brezilya’da bırakarak yola çıkmış olan Bursa korveti, Basra Körfezi’ne doğru yola çıkar. Gemi, Güney Afrika’ya uğrar. Burada Devlet-i Âliyye’nin görevlendirdiği Ebubekir Efendi gemi mürettebatı tarafından gemide misafir edilir. Güney Afrika’yı geride bırakan gemi, Basra’ya doğru yola çıkar. Bu yolculuğu sırasında gemide bulunan Mühendis Faik, yolculuğun başından itibaren tuttuğu notları Seyahatname-i Bahr-i Muhit adlı eserde toplamıştır. 
Daha önce sadece kitabî bilgiler düzeyinde bilgi sahibi olunan diyarların bil-fiil tecrübe edilmesi, Osmanlı insanında daha sağlıklı intibaların oluşmasını sağlamıştır. Zahmetli tecrübeler neticesinde edinilen bilgi ya da intibaların kitaba dönüşerek bugüne aktarılması sayesindedir ki günümüz okuyucusu da onlardan istifade edebilmektedir. Bu yazının ana konusunu teşkil eden üç eser de bir dönemin zihin dünyasına ışık tutmaları yönüyle belli bir kıymeti ifade etmektedir. Genel itibariyle birbirine yakın zamanlarda kaleme alınmış olan bu üç kitapta Müslüman dünyanın ilgili devirlerdeki ahvaline dair aktarılan bilgiler, geçmişin olduğu kadar bugünün okuyucusu için de ufuk açıcı değerdedir.

4 Mayıs 2012 Cuma

Venedik ve Bâb-ı Âli: Despotun Doğuşu

Lucette Valensi, Venedik ve Bâb-ı Âli: Despotun Doğuşu, Ter. A. Turgut Arnas, Bağlam Yayıncılık, Kasım 1994, 149 shf., ISBN 975-7969-65-X 


Kainattaki her eşyanın sınırları bir yerde başlar ve başka bir yerde biter. Vakalar da zaman sınırları içinde belirli bir zamanda başlar ve daha sonra neticelenir. Eşyanın ve vakaların bu gelip geçiciliği insanın, kısa zaman aralığı içinde dikkatinden kaçar. Uzun zaman dilimlerini aldığımızda zamanın tahakkümü eşyayı ve vakaları sarar ve onları değirmen taşının hububatı öğütmesi gibi yavaş yavaş tüketir. Ve daha sonrada kainatın sonsuzluğuna dağıtır. Burada şöyle bir itirazda bulunulabilir; bir insan tekinin hayatı da eşyanın ve vakanın ömürleriyle karşılaştırıldığında kısa değil midir? Bu sorunun iki cevabı olabilir. Bir insan teki maddi unsurlarıyla itibariyle kainatta var olan diğer eşyalarla, nebatlarla ve hayvanlarla bazı ortak özellikleri paylaşır. Ama diğer bir yanda ise insanın diğerlerinde olmayan ve sadece ona ait olan bir özelliği de vardır. Bu, insanın sahibi olduğu tarihidir. Bu tarihi perspektiften baktığımızda vakaların ve eşyaların geçiciliğini görürüz. Eşyaların ve vakaların tahakkümü bu çerçevede ortadan kalkar. Siyasi düzenler de tabiatları itibariyle kainatın bu kanundan kaçamazlar. Velev ki adaleti sağlasınlar yahut zulüm etsinler. 
Yukarıda bahsettiğimiz konu çerçevesinde Lucette Valensi’nin Venedik ve Bâb-ı Âli: Despotun Doğuşu adlı kitabı üzerinde önemle durulması gereken bir eserdir. Valensi’nin 1503 ile 1641 yılları arsında yazılmış kırk adet sefaretnameden yola çıkar hazırladığı kitabı Osmanlı Devleti’nin dış dünyada nasıl tasavvur ve tahayyül edildiğine dair önemli bilgiler vermektedir. Venediklilerin İstanbul’da elçi bulundurma geleneği Bizans dönemine kadar gitmektedir. İstanbul’un fethinden sonra da bu gelenek sürdürülmüştür. İstanbul’a gönderilen elçiler genellikle iyi eğitim görmüş, soylu bir aileye sahip kişilerden seçilmektedir. İstanbul’da elçilik görevi, diğer Avrupa ülkelerinde de elçilik heyeti bulunduran Venedik Hükümeti için en yüksek elçilik görevi vasfını taşımaktadır. Elçilerin görev süreleri iki sene ile sınırlıdır. Ülkelerine döndüklerinde ise bulundukları zaman dilimi içinde edindikleri gözlemleri Venedik Senatosu önünde rapor şeklinde okumaktadırlar. Bu raporlar Venedik’in dış siyasetinin şekillenmesinde önemli bir yer tutmaktadır. Elçiler çeşitli krallıklarda bulundukları için mukayeseli bir değerlendirme kabiliyetine sahiptirler. Bundan dolayı raporlar akılcı bir ciddiyet içinde kaleme alınmıştır. Bu raporların senatoda okunduktan sonra basımı da gerçekleştiği düşünülürse etkisinin ne kadar büyük olduğu tahmin edilebilir. 
Raporlarda genel olarak Osmanlı gücünün üzerine kurulduğu maddi ve manevi temellere dikkat çekilmektedir. Asker sayısından, donanmada bulunan gemilerin yapısına, orduda var olan düzenden, taktik konulara kadar bir çok bilgi bu raporlardan elde edilmektedir. Bu raporların temelinde şu yatmaktadır; Türk ilerleyişini durdurmak, yakın olmayan bir gelecekte mağlup etmek Venedik’in sahip olduğu yerleri muhafaza etmek. Çünkü, Venedikli elçilerin Osmanlı hususunda edindiği izlenim, bu devletin ilahi bir yapıya sahip olduğuna dairdir. Osmanlı’yı İstanbul’u ve diğer Roma eyaletlerini ele geçirmesinden dolayı Roma İmparatorluğu’nun varisi olarak görmüşlerdir. Dahası Ahdi Atik’te yer alan Danyal’ın Rüyasına göre Osmanlı Devleti’ni kıyametin habercisi, beklenen dördüncü imparatorluk olarak düşünmüşlerdir. Bu, Osmanlı Devleti’ni tarih üstü bir konuma getirmekte ve ne yapılırsa yapılsın ona karşı galip olunamayacağını kabul etmek anlamına gelmektedir. 
Yukarıda, kitapta önemli olduğunu düşündüğümüz ve buraya taşıyabildiğimiz bir kaç hususa dikkatinizi çektik. Bunun dışında Osmanlı Devleti’ni genel olarak tarihin edilgen bir unsuru olarak düşünen Avrupa merkezli tarih yazımına karşı önemli bilgileri muhteva eden bu kitap, kanaatimizce okunmaya ve üzerinde düşünmeye değer.

3 Mayıs 2012 Perşembe

“İstanbul” Konuşmaları

Reşat Ekrem Koçu, “İstanbul” Konuşmaları, Hazırlayan: Süleyman Şenel, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. Yay., İstanbul, 2005, ISBN 975-00581-1-9 

Şehir kurmak insan oğlunun tarımdan sonra gerçekleştirdiği ikinci büyük inkılâbdır. Üçüncüsünün de sanayi inkilâbı olduğu düşünülürse tarihî süreklilik içinde şehrin önemi anlaşılabilir. Şehrin oluşumu, insanların bir araya gelmesinin ötesinde bir vakadır; farklı kabiliyetlerdeki insanların oluşturduğu bir ilişkiler yumağıdır. Bu yumağı iktisadî, dinî, kültürel, edebî, mimarî ilişkiler oluşturur. Şehirde yaşayan her bir insan diğerleriyle, yukarıda ismini zikrettiğimiz kavramlar çerçevesinde ilişki içindedir. İnsanlar arasında bahsi geçen kavramlar vasıtasıyla oluşan ilişkiler gibi kavramlar arasında da bir ilişki ve karşılıklı bir etkileşim mevcuttur. Belirli bir zaman itibarıyla dondurduğumuzda bu ilişkiler yumağı önümüze şöyle bir temsil çıkarmaktadır; yatay ve dikey boyutta farklı iplerin dokunduğu, değişik noktalarda sayısız düğümleri olan, ama uzaktan bakıldığında ‘anlamlı desenlere’ sahip bir kilim. 
Tarihin ilk şehirleri bereketli hilâl olarak adlandırılan Mezopotamya’da ortaya çıkmışlardır. Nil ve İndus vadisinde kurulmuş diğer şehirler ise bunları takip etmiştir. Bu şehirler yaklaşık olarak M.Ö. 3000’li yıllarda kurulmuştur. Babil, Nippur ve Ur, bu şehirlerin başında gelmektedir. Buralarda var olan kültürler sadece şehirle sınırlanmıştır. Siyasî mânada şehir-devletleri olmanın ötesine geçememişlerdir. Bunun yanında imparator şehirlerden, yahut imparatorluk kurmuş şehirlerden bahsedebiliriz. Roma, Pekin, Konstantinapolis/İstanbul, Bağdat, Londra, Viyana ve New York, imparator şehir diye tanımladığımız kategoriye girmektedir. Daha evvel bu sayfalarda eserini tanıttığımız Gasset’in deyimiyle devlet olma isteği her türlü sınırı aşma çabasıdır. Bu bağlamda imparator şehrin, bu çabayla, yarattığı cazibe merkezi iki yönlü çalışır; şehirden çepere doğru, çeperden şehire doğru. Şehirden çepere doğru olan tesir, kendisini çevrede bulunan toplulukları her sahada hakimiyetine alma iradesinde gösterir. İmparatorluğun ulaştığı en uç noktada dahi kendini tekrar kurma temayülündedir. Çeperden şehre doğru olan tesir ise hakimiyet alanına giren diyarların topluluklarının imparator şehre doğru hem insanî, hem iktisadî olarak yönelmesidir. Işık ve pervane metaforu bu durumu daha vazıh bir şekilde açıklar. Işık, tabiatı gereği yayılmak, pervaneler de ışığa doğru uçmak ister. 
İmparator şehrin yaratığı bu tesir sahası, yeni bir sentezin oluştuğu bir merkeze dönüşür. Çeşitli toplulukların ortaya koydukları manevî ve maddî eserler, imparator şehre çekilerek yeniden yoğrulmakta, oluşturulan ve oluşturulmakta olan medeniyete katılmaktadır. Bu çerçevede imparator şehri çeşitli kültürlerin yeniden sentezlendiği bir imbik olarak da düşünebiliriz. İçinde yaşadığımız şehir olan İstanbul, elimizdeki bilgiler ışığında, yukarıdaki kavramsallaştırmaya uygun bir misali teşkil etmektedir. Daha evvel Doğu Roma İmparatorluğu’na başşehirlik yapmış, fethinden sonrada Osmanlı’yı devletlikten imparatorluğa yükseltmiştir. Sultan II. Mehmet tarafından şenlendirilmeye çalışılan şehir, 16. Yüzyıldan itibaren bütün dünya şehirlerini geride bırakan bir cazibe merkezi haline gelmiştir. Bu imbiğin süzgeçlerini oluşturan İranî, İslâmî ve Turanî gelenekler, feth edilen diyarların unsurlarını merkez içine çekip yoğurarak daha sonra hukuktan lisana, yemek kültüründen dinî hayata, idarî sistemden giyim kuşama, yeni latif bir karışım ortaya koymuştur. Mevzubahis imbikleme süreci, fetihten sonra başlamış ve günümüze kadar gelmiştir. 
Reşad Ekrem Koçu, “İmparator Şehir” İstanbul’un birikimini tarihin tozları arasından kurtararak bugünlere kadar gelmesine vesile olmuş önemli şahsiyetlerden biridir. Reşad Ekrem, 1931 yılında Dar’ül Fünun’un Tarih Bölümünden mezun olduktan sonra Ahmet Refik’in yanında asistanlığa başlamış, 1933’deki Üniversite Reformuyla üniversiteden uzaklaştırılmıştır. Bir tarih ve İstanbul âşığı olarak çalışmalarına devam etmiştir. Bu çerçevede yüze yakın eseri yayınlanmıştır. Padişahların ve sadrazamların hayatlarından yeniçerilere, İstanbul’un meyhane hayatından tulumbacı hikâyelerine kadar değişik konularda tarihî vesikalara dayanarak eserler yayınlamıştır. Diğer tarafta Forsa Halil ve Esircibaşı gibi tarihi romanları kaleme almıştır. Kaleme aldığı bu eserler vasıtasıyla, Hocası Ahmet Refik ile beraber tarihi halka sevdirmişlerdir. Ama çalışmalarından en önemlisi ise kendi çabalarıyla 1944 yılında çıkarmaya başladığı, fasılalarla 1973 yılına kadar 173 fasikülü yayınlanan İstanbul Ansiklopedisi’dir. 
Reşad Ekrem Koçu’nun doğumunun 100. Yılı münasebetiyle İstanbul Belediyesi, 1970’li yılların başlarında Sadi Yaver Ataman ile beraber yaptıkları konuşmaların kaset kayıtlarını kitap ve CD olarak yayınlamıştır. Kitapta (ses kayıtlarında) İstanbul âdetlerinden hamamlarına; Katibim türksünün hikayesinden, Yahya Kemal’e kadar bir çok konu üzerine yapılmış konuşma yer almaktadır. Sadi Yaver Ataman ile sohbet havasında geçen bu konuşmalar Reşad Ekrem Koçu’nun latif ve sürükleyici Türkçesiyle kendini dinletmektedir.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Kütlelerin İsyanı


Ortega y Gasset, Kütlelerin İsyanı, Tercüme: Nejat Muallimoğlu, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1992,153 s.


 Zamanın aşındırıcı rüzgarlarının etkilemediği bazı durumlar vardır. Buna iyi bir örnek altındır; insanlığın bilinen ilk zamanlarından beri değerini kaybetmemiştir o. Altın toprak altında kalarak zamanın etkisine maruz kalır; ama, bu sadece arızi bir durum teşkil eder. Üzerindeki ince kimyevi tabaka silindiğinde güneş gibi parlamaya başlar. Mahiyeti itibariyle altın her zaman altınlığını sürdürür. Bazı düşünürler ve bazı düşünceler de altın gibidir. Çağın aşındırıcı rüzgarları bunların büyüklüğünden bir şey eksiltmez; tersine zaman ilerledikçe değeri artmaya başlar. Eflatun’un Devlet’i, Farabi’nin Erdemli Şehir adlı eserleri buna güzel bir örnek teşkil eder. Devletin teşekkül edişi ve hayatiyetini sürdürmesi bu kitapların merkez aldığı konuların başında gelir. Yukarıda bahsedilen çerçevede değerini yıllar geçtikçe artıran diğer bir yazar ise Ortega y Gasset’tir. Gasset’in I. Dünya Harbi sonrasında kaleme aldığı Kütlelerin İsyanı da yine bu çerçevede değerlendirilebilecek bir eserdir. Gasset’in bu kitapta yer alan temel düşüncelerinden biri, demokratikleşme ile beraber kütlelerin sosyal iktidarı tam bir şekilde ele geçirmiş olmalarıdır. Gasset, kendilerine bile yön veremeyen böyle bir kütlenin medeniyetin kaderinde söz sahibi olmasını medeniyetin bunalımı olarak değerlendirmektedir. Tek tek akılların toplamından büyük ve her şeyi çözmeye muktedir bir "aklın" çıkmayacağı tabiidir. Gasset seçkinlerden yoksun bir cemiyetin, cemiyet olmaktan çıkacağını ve bunalıma sürükleneceğini söylemektedir. Hobbes ve Rousseau gibi modern devlet nazariyatçıları devletin mekanik bir şekilde teşekkül etmiş bir varlık olduğunu savunmuşlardır. Gasset ise devleti insanın sahip olduğu kan, dil, din birliğinin ötesinde tabiatına karşı oluşturduğu bir kurum ve varlık olarak düşünür. Bir sözleşmenin ötesinde bir varoluş biçimidir "devlet". Belirli bir insan topluluğu, hayatın geleneksel yapısından sıyrılmak istedikleri ve bunu tahayyül ettikleri takdirde yeni bir devlet teşekkül ederler. "Onun (devlet) hakiki bir yaratılış olmasının sebebi budur. Devlet, muhayyilenin mutlak bir eseri olarak başlar. (…) Bir halk, tahayyül etme ölçüsü nispetinde bir Devlet yaratabilir" (s.127). Bu durum bizim geleneğimizde mevcut olan Osman Bey’in rüyasını hatırlatmaktadır. Aşıkpaşazade’den naklen "Osman Gazi kim uyudı, düşinde görür kim bu azizün koynından bir ay togar, gelür Osman Gazi’nün koynına girür. Bu ay kim Osman Gazi’nün koynına girdügi demde göbeğinden bir ağaç biter, kölgesi âlemi tutar. Kölgesinün altında taglar var ve hem tagun dibinden sular çıkar. Ve bu çıkan sulardan kim içer ve kim bagçalar suvarur ve kim çeşmeler akıdur. Andan uyhudan uyandı, sürdi geldi, şeyhe habar virdi. Şeyh eydür: ‘oğul Osman Gazi sana muştılık olsun kim Hak Taala sana ve neslüne padişahlık virdi, mübarek olsun’ didi." Aşıkpaşazade, tarihini 15. Yüzyılın sonlarında kaleme almıştır. Bu eser, o dönemin insanları tarafından okunmakta ve anlatılmaktadır. Bu hikâyenin gerçekliği tartışılabilir, ama tartışılamayacak şey Osmanlı insanın böyle bir rüyası olduğudur. Devleti ne toprak birliğine, ne dil birliğine, ne de kan birliğine indirger Gasset. Devlet bir şeyleri yapma iradesidir temelde, saf bir dinamizmdir. Hedefe atılmış bir oktur. Ya hedefi vurur ya da vurmaz. "Bir eşya değil, hareket" (s.132). Bu çerçeveden bakıldığında bugün Türkiye’de neyin eksik olduğu görülebilir.

25 Nisan 2012 Çarşamba

Osmanlı Afrikası’nda Bir Sultanlık: Zengibar

Osmanlı Afrikası’nda Bir Sultanlık: Zengibar, Hatice Uğur , Küre Yayınları, Istanbul 2005




Ulus devlet sınırlarına çekildikten ve Batılılaşma gayretlerini arttırdıktan sonra bizimle temasta olan diyarların sesleri ve kokuları unutulmaya yüz tuttu. Tarihin akışı içinde ortaya çıkan ilişkiler hiç var olmamış gibi bir tutum takınıldı. 18. Yüzyılın başlarında İsveç Kralı’nın Ruslar’dan kaçarak Osmanlı topraklarına sığınması ve beş yıl kadar Bender’de ikamet etmesi, yahut 16. Yüzyılın sonlarında Lehistan’ın kral seçiminde Osmanlı’ya başvurması gibi hususlar unutuldu. Yakın bir tarihten örnek de verebiliriz: 1910 yılında Meksika’da gerçekleşen ihtilalden sonra bir dostluk nişanesi olarak Meksiko Şehri’ne (Mexico City) üstü İznik çinileriyle bezenmiş bir meydan saati hediye edilmiştir. Üzerinde bulunan plakette “La Coluna Otomona a Mexico Septembre de 1910” (Osmanlı’dan Meksika’ya Eylül 1910) yazılıdır.* Saat, Meksiko şehir merkezinde varlığını devam ettirmekte fakat, onu hediye eden bizlerin dünyasında yazık ki bir yer işgal etmemektedir. Bugün İsveç, Polonya ve Meksika ile ilişkilerimiz ne düzeyde diye sorduğumuzda, bu satırlarının yazarı da dahil olmak üzere susacağız. Çünkü, artık bu diyarlara ait bir fikre sahip değiliz; var olanlar ise bize ait değil. Yüzlerce yıldır dilimizde kullanılan Lehistan isminin İngilizce’den devşirilen Polonya ile ikame edilmesi aslında bakış açımızı göstermektedir. Bu bağlamda dünyanın diğer bölgeleri de unutulmamalıdır. Asya ve Afrika kıtasında da Osmanlı İmparatorluğu’nun ilişki içinde olduğu ve bunu yıllarca sürdürdüğü devletler, sultanlıklar mevcuttur. Hindistan’a 16. Yüzyılın başında Portekizlilerin gelmesiyle Osmanlı Sultanından yardım istenmiş, bunun sonucunda ise Seydi Ali Reis Hint seferine gönderilmiştir. Seydi Ali Reis, bu seferde başarılı olamamış, fakat burada askeri danışmalık yapıp daha sonra da kara yoluyla İstanbul’a geri dönmüştür. Mirat’ül Memalik adlı eserinde bu yolculuğunu anlatmıştır. 
Osmanlı İmparatorluğu’nun dış dünyaya gösterdiği ilgi 19. Yüzyılda da sürmüştür. Hatice Uğur’un Başbakanlık Osmanlı Arşivi vesikalarına dayanarak hazırladığı “Osmanlı Afrikası’nda Bir Sultanlık: Zengibar” adlı kitabı hafızamızda artık bir yer tutmayan bir diyara ışık tutmaktadır. Kitapta 19. Yüzyılın ortalarından 20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar Osmanlı-Zengibar ilişkilerine, Osmanlı’nın bu diyara dair tasavvuruna yer vermektedir. 
Zengibar, Hint Okyanusu’ndaki ticari ağın içinde olmasından dolayı önemini çok eski çağlardan beri sürdüre gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, I. Selim devrinde Mısır’ın fethinden sonra Kızıldeniz ve Hint Okyanusu’na açılmış ve bu gelişmenin ardından bir ticaret merkezi olan Zengibar‘a ilgi göstermiştir. Zamanla farklı istikametteki meseleler buraya olan ilgiyi azaltmış ve hatta unutturmuştur. Ama, 19. Yüzyılın başlarından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun sömürgeci hareketlere karşı uyguladığı siyaset sonucunda Zengibar ile yakınlaşma tekrar hasıl olmuş, buraya değişik zamanlarda elçiler gönderilmiştir. Elçiler verdikleri raporlarda Zengibar sultanlarının İbadiye mezhebine bağlı olmalarına rağmen Osmanlı sultanı adına hutbe okuttukları ve her daim müttefik olmak istediklerini bildirmişlerdir. Bu bağlamda Kuzey Afrika dışında Osmanlı hakimiyet sahasına dahil olan bir “Osmanlı Afrika’sından” bahsedilebileceği gibi buranın Osmanlı zihniyet dünyasında da önemli bir yere sahip olduğu anlaşılmaktadır. 
16. Yüzyıldan itibaren Piri Reis’in Kitabı Bahriyesi’nde veya daha sonraki dönemlerde Şeyh Galib’in mısralarında Zengibar’a dair bir tasavvur mevcuttur. Bunun dışında 19. ve 20. Yüzyıl içinde Osmanlı İmparatorluğu’ndaki gazetelerde Zengibar’la ilgili makaleler de neşrolunmuştur. 20. Yüzyılın başlarında İstanbul’a ticaret için gelmiş olan Hafız Mahmud Efendi, Afrika’daki Mehdi Hareketinin bir müntesibi olarak değerlendirilmiş ve tevkif edilmiştir. Zikredilen bu misal, aslında Osmanlı bürokrasisinin ne kadar uzak olsa da Zengibar’a dair bir mefhuma ve istihbarata sahip olduğuna işaret etmektedir. 
Kitabın bu bağlamda zihnimizde uyandırdığı bir diğer mesele de, Osmanlı İmpartorluğu’nun 19. Yüzyılda “hasta adam” olup olmadığıdır. Bu tanımlama, Avrupalı güçlerin Osmanlı’yı nasıl görmek istediklerinin ipuçlarının vermektedir. “Hasta adam” tanımlaması, Türkiyeli tarihçiler tarafından da kabul görmüştür. Bu durumun tekrar irdelenmesi gerekmektedir. Çünkü, bizim için başkalarının bizi nasıl gördüğü değil, kendimizi nasıl gördüğümüz daha önemlidir. Tarih gibi öznelliğin hakim olduğu bir bilimde, kavramları kullanırken daha dikkatli olmamız gerektiği gerçeği unutulmamalıdır. Kitabın yazarı da “hasta adam” gibi objektiflikten uzak kavramlaştırmalara dikkat çekmekte ve bunları sorgulamaktadır. 
Osmanlı Afrikası’nda Bir Sultanlık: Zengibar isimli kitap, Osmanlı kültür coğrafyasının unutulmuş diyarlarından birine dikkat çekerek Osmanlı’nın sahip olduğu medeniyet tasavvuru zenginliğine dair ülke insanının bilinçlenmesine küçük bir katkı niteliği taşıyor.

Ortaçağda İslam ve Seyahat: Bir Alim Uğraşının Tarihi ve Antropolojisi

Houari Touati, Ortaçağda İslam ve Seyahat: Bir Alim Uğraşının Tarihi ve Antropolojisi, Tercüme: Ali Berktay, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2004, 270 s., 
ISBN 975-08-0803-7, 16 YTL. 

Seyahat, temel insani insiyakların başında gelen merak duygusunu tatmin etmek isteğiyle ortaya çıkmış eylemlerden biridir. Seyyah, gezdiği yeni diyarlarda yaşayan insanların yaşayış usullerine ve tabiatına tanıklık eder. Seyahatnameler sıradan okuyucu için o günün hayatına ayna tutarken diğer taraftan insani bilimler için bir kaynak oluşturur. Bugün bir çok tarihi araştırmanın hazırlanmasında bu tanıklık kullanılmaktadır. Mesela, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun üzerindeki sis perdesinin aralanmasına İbni Battuta’nın veya Bertrandon de la Broquiere'in seyahatnameleri gibi birçok eser yardımcı olmuştur. 
Merak insiyakının ortaya çıkardığı bir diğer faaliyet sahası da bilimdir. İnsanın çevresindeki vakıaların altında yatan temel etkenin ne olduğu sorusu ve bu sorulara cevap verme çabası ise bilimin kendisini oluşturur. Ama yaptığımız bu tanımlamalarda seyyahı turistle, bilim adamını da devlet memuruyla karıştırmamak gerekir. Yukarıdaki tanımlar bir anlamda ideali yansıtmaktadır. 
Houari Touati’nin Ortaçağda İslam ve Seyahat: Bir Alim Uğraşının Tarihi ve Antropolojisi adlı eseri yukarıda kısa tanımlarını yaptığımız iki kavramın kesiştiği noktada bulunmaktadır. Ortadoğu coğrafyasında İslam’ın gelişinden sonra çeşitli bilim dalları neşvünema buldu. Bunların kimi daha evvelki medeniyetlerde de bulunan ve buradan tevarüs eden tarih, coğrafya, astronomi gibi bilimlerdi; kimi ise İslam medeniyetine has hadis, dilbilimi, tefsir gibi bilimlerdi. İkinci saydıklarımız Kur’an merkezli gelişen ve Kelâm’ı daha iyi anlamaya yönelik çabalardı. Hadis bilimi, Hz. Peygamber’in olaylar karşısındaki davranış ve sözlerini aslına sadık bir şekilde bir araya getirmeye çalışmaktaydı. Hz. Peygamber’in bir sözünü doğrulamak için yüzlerce kilometre kat eden alim yukarıda bahsettiğimiz kesişme noktasında bulunmaktadır. Kur’an’da da yer alan bir kelimeyi daha iyi anlamak için çöllere, bedevilerin arasına seyahat eden bir dilbilimci de yine yukarıda bahsettiğimiz noktada bulunmaktadır. Kitapta buna benzer alimlerin müşahhas örnekleri verilmekte ve bu çerçevede yapılan faaliyetler anlatılmaktadır. 
Kitabın bağlamında değerlendirilebilecek değişik hususlar da bizde hasıl oldu. Kitabın ana eksenini oluşturan yıllar 9 ile 12. yüzyıllar arasıdır. Bunun dışında yaşamış seyyahlara ve yazılmış seyahatnamelere doğal olarak kitapta değinilmemiştir. Klasik çağda dünyanın bilinen meskûn bölgelerini bir baştan diğerine dolaşan İbn Battuta bu seyyahların başında gelmektedir. Fas’tan başladığı yolculuğunu sırasıyla Kuzey Afrika, Suriye, Irak, İran, Arabistan Yarımadası, Anadolu, Orta Asya, Hindistan, Çin ve Malezya’ya giderek tamamlamıştır. İbn Battuta’nın seyahatinin içinde sakladığı önemli bir vakıa vardır. Bu vakıa, bugünlerde çok tartışılan ve konuşulan "küreselleşme" dir. "Küreselleşme", yani bugün dünyanın küçük bir köye döndüğü ve bunun modernizmin nimetlerinden biri olduğu iddiası. Burada sorulması gereken soru, kimin için dünyanın küçüldüğü sorusudur. Bir fert olarak, küçüldüğü iddia edilen dünyanın herhangi bir yerine rahat bir şekilde seyahat etmek mümkün değildir. Burada maddi tahditlerden bahsetmiyoruz. Maddi tahditler seyyahlar için bir mesele teşkil etmemektedir. Touati’nin araştırmasında cebinde beş kuruş para olmadan seyahat edenlerden bahsedilmektedir. Kalktığı söylenen sınırların aslında fertler için giderek katılaştığı göz ardı edilememesi gereken bir gerçektir. Şairin şu mısraları bu durumu daha iyi açıklıyor: "belgeler gerekli kanıtlar ifadeler". Dünyada sınırların kalkması sermayenin işine gelen bir durumdur. Ama şu da unutulmamalıdır ki modern dünyanın temellerini atan zihniyet, burjuva zihniyetidir. İlk başta feodal beylikleri bir devlet altında birleştiren "küreselleşmeci" yapı, kar topu gibi büyüyerek bugün dünya sınırlarını zorlar duruma gelmiştir. Dünün feodal beylikleri ne ise bugünün ulus devletleri odur. 
Tabii biz bunun İslam medeniyetine özgü bir vakıa olduğunu iddia etmiyoruz. Tarihin bir çok döneminde bu durum yaşanmıştır. Moğollar dönemi yahut Roma dönemi buna iyi bir örnek teşkil edebilir.

24 Nisan 2012 Salı

Türk Saplantısı: Yeniçağ Avrupa’sında Korku, Nefret ve Sevgi

Giovanni Ricci, Türk Saplantısı: Yeniçağ Avrupa’sında Korku, Nefret ve Sevgi, Tercüme: Kemal Atakay, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2005, 232 sayfa, 17 YTL, ISBN 975 8704-62-1 


Dünya tarihinde faal bir rol almaya başladıktan sonra Türkler, Hazar Denizi’nin doğusundan başlayan ve Orta Avrupa’da sona eren bir kuşak içinde, çeşitli milletleri etkilemiş ve onlardan etkilenmişlerdir. Bu kuşak çerçevesinde yaklaşık bin yıla yakın bir zamandır faal olan Türkler, bu coğrafayanın zihniyet dünyasının şekillenmesinde de büyük bir öneme sahip olmuşlardır. Tabii burada "Türk" kelimesinden kastımız, ulus kavramı içine sıkışmış bir kelime olmaktan uzaktır. Orta Çağın sonlarından itibaren Avrupa’da "Türk" ve "Türkleşmek" kavramı, "Müslüman" ve "Müslümamlaşmak" çerçevesinde düşünülmüştür. Bu çerçevede Hristiyan birinin Türkleşmesinden bahsedilir olmuştur. 


Türkler’in Avrupa’nın şekillenmesinde önemli bir rol oynadığı hususu, yakın zamanlara kadar göz ardı edilmişse de artık bu durum değişme temayülü göstermektedir. Yukarıda bahsettiğimiz kuşak içinde yer alan topluluklardan tarihçiler özellikle Osmanlı tarihini yargılamaktan ziyade anlamaya yönelik çalışmalar ortaya koymaktadırlar. Bunun dışında Avrupa’da da Türkleri ya da Osmanlıları anlamaya yönelik çabalar görülmektedir. Bu duruma misal olarak Londra’da 2005 yılı başlarında Kraliyet Sanat Akademisi’nde açılan ve büyük ilgi gören "Türkler: 1000 Yılın Yolculuğu 600-1600" adlı sergi verilebilir. Diğer tarafta Türkiye’de de kendi tarihini anlamada karşılaşılan bazı meseleler aşılmaya çalışılmaktadır. Sakıp Sabancı Müzesi’nde açılan iki sergi kendimizi anlamaya yönelik bir adım teşkil etmektedir; geçen sene açılan "Floransa Saraylarında Osmanlı Görkemi" ve şu günlerde sergisi devam eden " 17. yy. Avrupa’sında Türk İmajı" buna iyi bir örnek teşkil etmektedir. 


Yukarıda bahsettiğimiz konular çerçevesinde de tarihi çalışmalar yapılmakta ve yayınlanmaktadır. Giovanni Ricci’nin ‘Türk Saplantısı: Yeniçağ Avrupa’sında Korku, Nefret ve Sevgi’ adlı kitabı bu çalışmalardan biridir. Yazarın İtalya’nın Ferrara şehrinin arşiv vesikaları ve vakayinameleri ışığında hazırladığı kitabı, Osmanlı Devleti’nin uyguladığı siyasetin ve Osmanlı tebaasının yarattığı etkilerin buradaki yansımalarını göstermektedir. Ferrara şehrinin hanedan efradının diğer büyük hanedan efradıyla gerçekleştirdiği evlilikler, şehrin stratejik ve ekonomik konumu, bu şehri Avrupa siyasetinin merkezine çekmekte ve etkilemektedir. Bu çerçevede İstanbul’un düşüşü veya Viyana’nın muhasarası gibi vakıaların etkileri, Ferrara’ya ulaşmış, hatta bunlara karşı hazırlanan faaliyetlere iştirak etmek için çaba gösterilmiştir. Şehirde var olan Türk etkisini siyasetle sınırlamamak gerekmektedir. Sanatta, resimde, mimaride ve edebiyatta da varolan bu etkiyi yazar, görsel deliller ışığında sergilemektedir. 


Ricci’nin kitabında gösterdiği bir diğer önemli vak’a ise Osmanlı’da var olan toplumsal seyyaliyetdir. Bu kavramdan kastımız, Hristiyan kökenli olup daha sonra Müslüman olanların devlet yönetimi içinde önemli yerlere gelebildiğidir. Kaptan-ı Deryalık ve Trablusgarp Beylerbeyliği yapmış Calabrialı Uluç (Kılıç) Ali Paşa, yine aynı ünvanlara sahip Venedikli Hasan Paşa, bunun iyi örnekleridir. Kitapta Müslüman olmuş iki Ferraralı, Tunuslu Mami ve Usta Murad’ın hikâyesi yukarıda bahsettiğimiz vak’ayı desteklemektedir. Tunus’un idaresine Usta Murad’ın Tunuslu Mami yardımıyla geçmesi, hadisenin özünü teşkil etmektedir. Bu durumun günümüz zihniyet yapısıyla anlaşılamaması kaçınılmazdır. Osmanlı idaresinin bu tutumu, aslında bugün bu topraklarda eksikliğini hissettiğimiz kendine güvenin bir işaretidir. Ricci’nin kitabı, gündeme getirdiği konularla bazı güncel meselelerin tarihi kökenine ışık tutmaktadır.